Mütekabiliyet İlkesi Hangi Antlaşma ile Ortaya Çıkmıştır? — Rahatsız Eden Cevap: Hiçbiri
Şunu en baştan söyleyeyim: “Mütekabiliyet ilkesi şu antlaşmayla doğdu” diyen ya konuyu yüzeysel biliyor ya da tartışmayı basitleştirerek güç devşirmeye çalışıyor. Mütekabiliyet (karşılıklılık), tek bir antlaşmanın icadı değil; devletlerin egemen eşitliği üzerinden yürüyen güç siyasetinin pratik dili. Modern uluslararası düzenin omurgası sayılan 1648 Westphalia Barışı bu dili sistemleştirdi, evet; ama ilkesi tek bir maddeye, tek bir metne sığmaz. Bu gerçeği kabul etmek, hem hukuku hem dış politikayı daha dürüst tartışmanın ön şartıdır.
Mütekabiliyet İlkesi Hangi Antlaşma ile Ortaya Çıkmıştır? — Soru Yanlış, Çerçeve Eksik
“Hangi antlaşma?” diye sorunca, ister istemez tekil bir doğum anı arıyoruz. Oysa mütekabiliyet, “ben sana ne yaparsam, sen de bana onu yapabilirsin” mantığının uluslararası düzleme yansımasıdır. Devletlerin eşitliği, sınırların dokunulmazlığı ve rızaya dayalı yükümlülükler… Bu üç sacayağı üzerinde yükselir. Antlaşmalar bu ilkeyi bazen ima eder, bazen teknik düzeneklerle işler; ama ilkeyi “icat etmez”.
Tarihsel Arka Plan: Do ut des’den Westphalia’ya
Roma hukukunun “do ut des” (veriyorum ki veresin) mantığı; Orta Çağ’ın şehir devletleri arasındaki ticaret pratikleri; modern çağda Westphalia’nın egemenlik fikri… Hepsi mütekabiliyetin malzemeleridir. Devletler, ilişkilerini bir yandan hukuka bağlarken, diğer yandan yaptırım ve karşılık verme kapasitesini masada tutar. Antlaşmaların yürütülmesinde de, diplomatik ilişkilerin seviyelendirilmesinde de, vize rejimlerinde de bu refleksi görürsünüz.
“Lozan Mütekabiliyeti” Efsanesi: Nerede Yanlış Yapıyoruz?
Türkiye’de sık tekrarlanan bir iddia var: “Mütekabiliyet Lozan’la geldi.” Hayır. Lozan, birçok başlıkta düzenleme getiren bir barış antlaşmasıdır; fakat özellikle azınlık hakları bağlamında mütekabiliyet mantığına yaslanmaz. Azınlık koruması, tarafların birbirine misilleme yapabilsin diye değil, evrensel standartları yerleştirmek için konuldu. İki başkentteki azınlıkların kaderini “sen böyle yaparsan ben de böyle yaparım” denklemine sıkıştırmak, Lozan’ın ruhunu ve modern insan hakları hukukunu tersyüz eder.
Modern Kodifikasyon: Viyana Sözleşmeleri ve Ötesi
1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi, dokunulmazlık ve ayrıcalıkları evrensel kurallara bağladı. Evet, pratikte mütekabiliyet mekanizması (temsilcilik sayısı, statü düzeyi, misyon kapanması vs.) sıkça çalıştırılır; ama bu, sözleşmenin ilkeyi “yarattığı” anlamına gelmez. Aynı şekilde, antlaşmalar hukuku (1969 Viyana) mütekabiliyeti hukuki işlemlerin omurgasına dönüştürmez; sadece rıza ve karşılıklılık zemininin kurallarını tanımlar.
Mütekabiliyetin Güçlü ve Zayıf Yönleri
Artıları: Caydırıcılık, Simetri, Öngörülebilirlik
Karşılıklılık, “keyfiliği” törpüler. Bir devletin attığı adımın benzeri bir karşılık doğuracağını bilmesi, ölçüsüz davranmasını zorlaştırır. Ticaretten vize politikalarına kadar simetri kurar, oyun alanını düzleştirir.
Eksileri: En Düşük Ortak Payda ve Misilleme Sarmalı
İşte can sıkıcı kısım: Mütekabiliyet, çıtayı yükseltmek yerine çoğu kez en düşük ortak paydaya indirir. Sen gazetecimi tutukladın, ben de seninkini; sen misyonumu kıstın, ben de seninkini… Hukuki zeminin yerini psikolojik üstünlük arayışı alınca, kalıcı çözüm ufku daralır. Özellikle insan hakları ve azınlık koruması gibi “evrensel” alanlarda mütekabiliyete dayanmak, kuralları pazarlık nesnesine çevirir. Bu, hem norm aşınması hem de kurumsal güven erozyonu demektir.
Uygulamadaki Gerilim Alanları
Vize ve Konsolosluk Savaşları
Vize süreleri, ücretler, randevu kapasiteleri… Karşılıklılık burada genelde “cezalandırma” aracına dönüşür. Sonuç? İş insanı, öğrenci, araştırmacı zarar görür; siyasetçi kısa vadeli alkış alır.
Ticaret ve Yatırım
Ticarette müzakere masaları “karşılıklı taviz” modeline kurulu. Fakat bu model, kamu yararı ve sürdürülebilirlik standartlarını gölgeliyorsa, mütekabiliyet bir kalkan gibi kullanılarak çevre ve işçi hakları geri itilebilir.
Suçluların İadesi ve Adli Yardım
İade anlaşmalarında mütekabiliyet diline sık rastlanır. Ancak hukukun üstünlüğü zayıfsa, bu dil siyasi sığınmacıları pazarlık unsuruna çevirebilir. Adalet, pazarlığın kurbanı olamaz; olmamalı.
Provokatif Sorular: Tartışmayı Açalım
- Azınlık hakları gibi evrensel standartlarda “mütekabiliyet” kelimesini ağzımıza almak bile hata değil mi?
- Diplomaside “misilleme sarmalı”, seçmenin iç politik duygularını okşadığı için mi bu kadar cazip?
- Mütekabiliyeti yükseltici norm üretmek için değil, çıtayı aşağı çekmek için mi kullanıyoruz?
- Vize krizlerinde gerçek hedef, vatandaşın hareketliliği mi yoksa başkentlerin iç politika şovu mu?
Sonuç: Yanlış Sorudan Doğru Cevap Çıkmaz
Mütekabiliyet ilkesi hangi antlaşma ile ortaya çıkmıştır? Doğru olmayan çerçeve, bizi yanlış yanıtlara sürükler. Mütekabiliyet bir antlaşmanın mahsulü değil; egemen eşitlik, çıkar dengesi ve teamülün kesişim noktasında doğan, giderek kurallaşan bir refleks. Onu kutsallaştırdığımızda, hukuku pazarlık masasına yatırırız; onu tamamen reddettiğimizde ise caydırıcılığı sıfırlarız. Akıllıca olan, mütekabiliyeti araç olarak görmek: İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi alanlarda geri çekmek; teknik ve simetrik düzen ihtiyacı olan başlıklarda dikkatle, ölçüyle ve şeffaflıkla kullanmak.
Okuyucuya Çağrı
Şimdi top sende: Mütekabiliyeti her dosyada refleks olarak çağıran siyaset, aslında kendi zayıflığını mı gizliyor? Yoksa devleti “eşitler kulübünde” daha görünür kılan bir kaldıraç mı? Deneyimlerini, gördüğün örnekleri, katıldığın/katılmadığın noktaları paylaş. Bu tartışma, ancak sen söze karışınca büyür.